15 Ocak 2011 Cumartesi

'a ay'

Reha Erdem maceram Kaç Para Kaç filmiyle başladı, o filmi çok sevmeme rağmen, yönetmenin fanatiği olan çok sevgili ağabeyim, üstüste beş kez izleme rekoru kırarak, sevmek halinden sevmeme haline geçişime sebebiyet verdi malesef. Bir kaç hafta Reha Erdem molası verdikten sonra ben sakinleştim. Derken günlerden birgün ağabeyim elinde yönetmenin ilk filmiyle eve geldi. İlk başta ürkmedim diyemem, ya bunu da seversek, ya bunu da günlerce üstüste seyretmek zorunda kalırsam??? Neyseki korktuğum gibi olmadı, filmi çok sevdik, seyrederken çok şaşırdık, film bittikten sonra derhal ve koşarak yönetmenin bütün filmlerini aldık, her güne bir Reha Erdem, haftası yaptık... Bütün filmleri ayrı ayrı sevdik, Kosmos'u sabırsızlıkla bekledik, İKSV Festivalindeki ilk gösterimine ağbikardeş biletimizi aldık, filmden sonra yönetmeni gönülden alkışladık.

Ama A ay yönetmenin ilk filmi, çok başarılı, şiirle sinema sanatının birbirine karıştığı, etkileyici bir film.



"A AY'ın her santimetrekaresi bir anlam taşıyor. Reha Erdem için anlatma biçimi, anlattığı şey kadar önemli."Action Magazine, L.M., (01.03.1990)
"A AY'da filmin güzelliği, filmdeki güzel fikre arka çıkan o harikulade sahnelerden kaynaklanıyor."Liberation, Gerard Lefort, (11.12.1989)
"A AY aydınlık ve çarpıcı bir şiir. Geleneksel Türk sinemasından güçlü bir kopuş."Variety, W. Sam., (23.5.1990)



Reha Erdem sineması

'A Ay', çoğu sinema meraklısının en çok sevdiği Reha Erdem filmi.Reha Erdem pek çok filminin senaryosunu kendi yazmış olmakla beraber, klasik anlamda bir auteur özgünlüğüne henüz sahip görünmüyor .

Reha Erdem'i ilk olarak 1989'da yönettiği 'A Ay' ile tanıdık. Fransa'da sinema okuyan, tarih mezunu Erdem'in Büyükada'nın nostaljik ve büyüleyici atmosferinde cektiği "şiirsel" ilk filmi, belki de yönetmenin en başarılı yapıtıydı. Sonra reklam filmleri çektiğini duyduğumuz Erdem 1999'da yaptığı 'Kaç Para Kaç'a kadar ortalardan tamamen kayboldu. 2004 sonrasında Erdem peş peşe filmler çekmeye başladı. 'Korkuyorum Anne' ve 'Beş Vakit' ile son dönem Türk sinemasının ödül avcıları arasındaki rekabete ortak olan yönetmen, hırsını ve ustalığını, belki de yıllarca suskun kalmanın acısıyla da, bir anda ortaya döküverdi. Erdem, son dönemlerde pek çok söyleşi yaptı. Bunlardan bir tanesi de Boğaziçi Üniversitesi'nde geçtiğimiz haftalarda gerçekleşti. Bu söyleşide Reha Erdem "auteur" bir yönetmen olduğunun altını çizerken, sinemasında "doğallıktan" haz almadığını, "yapay" ya da "yeniden üretilmiş" (reconstructed) bir dünya kurguladığını vurguladı. Bu yazıda da kısaca Erdem'in "auteur" olup olmadığı ve son dönem filmlerindeki "yapay" tarzının ne derece anlamlı olduğu irdelenmeye çalışılacak.
Yaratıcı "Auteur" (ya da "yaratıcı") yönetmen 1950'lerde Fransız yeni-dalgası ile ortaya atılmış bir kavramdır. Kısaca, yönetmenin kamerasını adeta bir "kalem" ya da "fırça" özgünlüğü ile kullanabilmesini savunur. Kişisel bir sinemacı olan "auteur", kitle beğenilerine fazla yüz vermez ve klasik anlamda bir "sanat" sineması peşinde koşar. Çoğu kez senaryolarını da kendi yazan "auteur" belirli temaları, biçimsel tercihleri ya da hayatla olan bitip tükenmez mücadelesini pek çok filminde "tekrarlar". Auteur sinemacının filmlerinde -aynı bir yazarın ya da ressamın yapıtlarında olduğu gibi- kişisel ve biraz da marazi öğeler defalarca vurgulanabilir. Bu tarz sinema yapan yönetmenlere örnek olarak Theo Angelopoulos, Ken Loach ya da Nuri Bilge Ceylan gösterilebilir. Reha Erdem pek çok filminin senaryosunu kendi yazmış olmakla beraber klasik anlamda bir "auteur" özgünlüğüne henüz sahip görünmüyor. 'A Ay'da sembollerin, hafıza dehlizlerinin ve mistik atmosferlerin yönetmeni, 1999 yapımı 'Kaç Para Kaç'da neredeyse bir "toplumsal gerçekçi" bakışla para tutkusunun şeytaniliğine vurgu yapar. Taner Birsel'in canlandırdığı, inandırıcılıktan biraz uzak görünen mütevazı gömlek satıcısı Selim, kazara bulduğu binlerce doları geri veremez ve yavaş yavaş tüketim kültürünün büyüsüyle ruh sağlığını kaybetmeye başlar. Anlamsız bir şekilde psikolojik işkenceye tabii tuttuğu "yan karakter" gariban çırağını dükkanını soymakla suçlar. Gariban çırak, daha sonra patronu yüzünden hapse girse de, Selim çırağı nihayet hapisten çıkarır ve bir miktar para vererek hem kendi hem de potansiyel burjuva seyircinin vicdanını rahatlatır (benzer bir "para vererek vicdan rahatlatma" sahnesi, Murat Şeker'in 'İki Süper Film Birden'inde cayır cayır yakılan gariban dublöre verilen "pardon" payında da karşımıza çıkar). Biraz yüzeysel de olsa toplumsal duyarlılığı ve özellikle vapurdaki "üçlü kovalamaca" sahnelerindeki müthiş kurgusuyla epeyce başarılı bir film olmasına karşın 'Kaç Para Kaç' , 'A Ay'ın mistik ve şiirsel özgünlüğünden çok uzaktır. 2004 yapımı 'Korkuyorum Anne' (ya da bazı yerlerde karşımıza çıkan adıyla 'İnsan Nedir ki') ne 'A Ay'ın sembolik dünyasına ne de 'Kaç Para Kaç'ın sosyal taşlamalarına yakındır. Bana her nedense 'Amelie' filmini çağrıştıran ('A Ay'dan bile fazla) buram buram Fransız kokan 'Korkuyorum Anne', artık yeni bir "tür" (genre) olarak tescillenmesi zorunlu görünen "sıcak, samimi film" ya da "dostluk, apartman dayanışması" tarzında bir absürd komedidir. Başarılı senaryosu ve güçlü kadrosuyla göz dolduran film, son 15 dakikasında peş peşe gelen bitmek tükenmek bilmez olaylar silsilesi ile bir filmden çok "klip" ya da "dizi" atmosferinde ("arkası yarın" yazısı her an çıkabilir izlenimi doğurarak) sona erer. Boğaziçi'ndeki söyleşiye katılan Adalet Ağaoğlu'nun 'Korkuyorum Anne'yi nedense hatırlayamadığını söylemesinin bir nedeni (aynı hatırlama zorluğunu ben de yaşıyorum) bu "bütünlüksüz" son sözler ve filmin biraz "hoş ama boş" atmosferi olabilir.
Freudyen okumalar Reha Erdem, 'Beş Vakit'e kadar yaptığı üç uzun metraj filminde de birbirinden çok farklı tarzlar denedi ve kendi iç dünyasıyla ilgili fazla ipucu vermedi. 'Beş Vakit', 'Korkuyorum Anne' ile nihayet bazı ortaklıklar gösterir. 'Korkuyorum Anne'de hafızasını yitiren ve babasını bir türlü hatırlamayan Ali'nin babasına gösterdiği soğukluk, 'Beş Vakit'te Ömer'in imam babasına duyduğu büyük öedipal nefretle tamamlanır. Bir türlü büyüyemeyen yetişkinler, anne, baba baskısı altında ezilen sorunlu çocuklar, Erdem'in belki bazı "Freudyen" okumalarına olanak tanır. 'Beş Vakit', özenli sinematografisiyle, Erdem'in titiz çalışmalarından biri olmasına karşın, yukarıda değinilen Freudyen okuma olasılıkları dışında aslında ne temasal tutarlılık ne de "özgünlük" açısından yönetmenimizi "auteur" sıfatına ulaştıramıyor. 'Beş Vakit' 'in en büyük sorunu, Erdem'in, "yapay" ya da (daha kuramsal görünen bir tanımlamayla), yeniden yaratı (reconstruction) felsefesiyle çekmeye çalıştığı filminin, aslında "kendiliğindenlik", "gerçekçilik" ya da "doğallık" olarak adlandırabileceğimiz başka bir sinema felsefesinin "tema" alanına girmesidir. Babasını öldürme arzusu duyan Ömer'in iç çelişkileri dışında aslında 'Beş Vakit'in konusu "hayattır". Filmde fazla bir şey olmaz; küçük anlatılar çerçevesinde gelişen basit hayatların ve onlara her an eşlik eden "doğanın" senfonisidir film. Bu bakımdan Abbas Kiarostami sinemasını, Nuri Bilge Ceylan'ın erken dönem filmlerini hatta biraz da Ahmet Uluçay'ın (elbette gerçeküstü öğeler de taşıyan) 'Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak' filmini şiddetle hatırlatır. Ancak 'Beş Vakit', yukarıda adı geçen yapıtların "sahiciliğine" ulaşamaz. Akbank Prodüksiyon Tiyatrosu'ndan fırlayan Köksal Engür, Tilbe Saran, TRT'deki 'Kuzenler'den ithal Sevinç Erbulak ve diğer "meşhurlar"la, ne hamile köy kadını, ne bilge, sevecen veteriner ne de kanaatkâr ana, hiç ama hiç inandırıcı gelmez. Mizansenin fazlasıyla kontrollü yaratılması (örneğin tarladaki taşların bile belli ki tek tek dizilmiş oluşu), sinemayı hayata yaklaştıran ve bu tür filmlerin "olmazsa olmazı" olan gündelik hayatın spontan aktarımına hiç yüz verilmeyişi, Erdem'in filmini seyirciye "yabancılaştırır". Fransız kültürüyle İstanbul'da büyüyen yönetmenin kendi çevresiyle ilgili -sorunlu ebeveyn ilişkileri dışında- kişisel ve otobiyografik detaylar da sunmadığı izlenimi veren 'Beş Vakit', belki Reha Erdem'e de biraz "yabancı" kalıyor. "Auteur" bir sinemacı olmak ya da her filmde tutarlı davranmak şart mıdır? Elbette hayır. Pek çok yönetmen hem endüstriyel hem de kişisel tercihlerle, kitlesel beğenileri öne çıkaran ya da dönemsel dalgalanmaları dikkate alan çok çok başarılı filmler yapabiliyor. Örneğin daha yakın zamanlarda yitirdiğimiz Atıf Yılmaz, "auteur" sıfatını hiç umursamayan ama kendince bir "ekol" yaratabilmiş çok önemli bir sinema insanıdır. Ancak hem Erdem'in kendini "auteur" olarak tanımlamayı seçmesi hem de "rekabet ettiği" sinemacıların bu tür özelliklere sahip olması, kanımca, yönetmeni daha titiz bir "kuramsal meditasyona" davet ediyor.
Aslı DALDAL

Hiç yorum yok: