17 Ocak 2011 Pazartesi

bread & puppet museum


Evet, saat sabahın beşi kırkdört geçesi olabilir, facebook'ta Anıl'la konuştuğum zamanın dışındaki vaktimi çöp etmiş olabilirim, içime sıkıntılar basmış, grip sebebiyle beynim oksijensiz kalmış olabilir, Ferhan Şensoy kuklamın sergiye teslim edilmesine hepitopu yirmi gün falan kalmış olabilir ve her nedense o kuklayı yapmaya hiç başlamamış olabilirim, havaya girmek için hafta boyunca Ses Tiyatrosuna iştirak etmiş, evde Ferhan Şensoy dvd'leri izlemiş ve yoğun bir Ferhan Şensoy zehirlenmesi geçirmiş olabilirim, bu durum Ferhan Şensoy'a duyduğum yoğun sevgi ve hayranlığın azbuçuk önüne geçmiş olabilir, neresine nasıl eklem yapacağım konusunda karasız kaldığım kuklanın eskizlerini pencereden aşağıya atmak isteyebilirim, bu durum beni gerim gerim gerdiği için, kendimi yeteneksizlik, beceriksizlik, sebatsızlık, düzensizlik ve hatta konuyla alakasız bir şekilde hazır gazı vermişken ahlaksızlıkla bile suçlayabilirim. İçtiğim melisa çayları sakinleşmeme yetmemiş olabilir, durumun vehametini unutmak için okuduğum Yüzüklerin Efendisi, yoğun atmosferinin içine beni çekmiş, Frodu'nun elinde bulundurduğu yüzük sebebiyle daha da çok gerilmiş olabilirim. Hatta sevgili Anıl sabah karga bokunu yemeden, beni tüm bu kaygısal manik ve de atak durumlarımdan uzaklaştırmak için, Bukowski şiirleri göndermiş, beni eylemeye çalışmış, gönlümü hoş tutmuş olabilir ve işte aşağıda şiir:

roll the dice

if you're going to try, go all the

way.

otherwise, don't even start.

if you're going to try, go all the

way.

this could mean losing girlfriends,

wives, relatives, jobs and

maybe your mind.

go all the way.

it could mean not eating for 3 or 4 days.

it could mean freezing on a

park bench.

it could mean jail,

it could mean derision,

mockery,

isolation.

isolation is the gift,

all the others are a test of your

endurance, of

how much you really want to

do it.

and you'll do it

despite rejection and the worst odds

and it will be better than

anything else

you can imagine.

if you're going to try,

go all the way.

there is no other feeling like

that.

you will be alone with the gods

and the nights will flame with

fire.

do it, do it, do it.

do it.

all the way

all the way.

you will ride life straight to

perfect laughter, its

the only good fight

there is.


Tüm bunların yanısıra yuotube'da gezinirken aşağıdaki muhteşem ve ötesi videoya ulaşmış olabilirim, seyredin iyi hissedeceksiniz! Bu kadar basit aslında...




16 Ocak 2011 Pazar

MİDE FESADI, FİLM ZEHİRLENMESİ



Geçen üçbeş haftamı gereksiz ve kontrolsüz bir yoğunluk içinde geçirdiğim için, bu hafta sonu artık eve duyduğum hasret doruk noktasına ulaşmış, asosyalliğim tavan yapmıştı. Kendimi eve kapatıp, bütün gün kahve tüketip, film komasına girmek arzusu hissetmekteydim. C.tesinin gelişi, Çarşamba'dan belliydi, Çarşamba sabahı gribe tamamen teslim olmuş olarak uyandım, kalktım, huysuzluğumdan ödün vermeden provaya gittim, akşama ateşli bir şekilde eve döndüm. Haftasonuna giriş niteliğinde geçirdiğim diğer iki günün pek bir önemi yok, girple mücadele günleriydi onlar, ben haftasonunu iple çekiyordum çünkü ağbiyciğimle birlikte, kahvaltı



sofrasından itibaren film seyrederek geçirme kararı almıştım. Sevgili ağbiyciğim mide fesadı geçirmeme sebep olacak bu programa çok ta uyum sağlamadı, kahvaltı sofrası onu uyandırmaya yetse de, seçtiğim filmler konusunda sanki haklı bir muhalefeti vardı. Öngörü sahibi insan, gün içi belirli bir doz film aldıktan sonra ya evden uzaklaşmayı, ya da bilgisayarında Bejeweled Blitz oynamayı tercih etti. Benimse aşı doz film komasından gitmek üzere olduğum listem şöyleydi;

SURROGATES (2009)

Director:

Jonathan Mostow


Writers:

Brian Aldiss (short story "Supertoys Last All Summer Long"), Ian Watson (screen story)

Director

:

Ki-duk Kim

Writer:

Ki-duk Kim

Dream (2008)

Director:

Ki-duk Kim

Writer:

Ki-duk Kim

Director:

Hakan Algül

Writer:

Ata Demirer



Sonuç; Artık Kim Ki Duk hayranıyım, bütün filmlerini aciliyetle izlemek istiyorum, hafif ifrit olduğum Ata Demirer'e çok güldüm, Eyvah Eyvah'ın senaryosu da kendisine aitmiş, artık ifrit olmayadabilirim, Kieslowski bir klasik, Spielberg hayal kırıklığı oldu, diğer filmi hatırlamıyorum bile.... Ve evet hiç seçici diğilim, nerdeyse bulduğum herşeyi arsızca seyretmeye meyilli bir haftasonu geçirdim, sonuç, görsel zehirlenme!

15 Ocak 2011 Cumartesi

'a ay'

Reha Erdem maceram Kaç Para Kaç filmiyle başladı, o filmi çok sevmeme rağmen, yönetmenin fanatiği olan çok sevgili ağabeyim, üstüste beş kez izleme rekoru kırarak, sevmek halinden sevmeme haline geçişime sebebiyet verdi malesef. Bir kaç hafta Reha Erdem molası verdikten sonra ben sakinleştim. Derken günlerden birgün ağabeyim elinde yönetmenin ilk filmiyle eve geldi. İlk başta ürkmedim diyemem, ya bunu da seversek, ya bunu da günlerce üstüste seyretmek zorunda kalırsam??? Neyseki korktuğum gibi olmadı, filmi çok sevdik, seyrederken çok şaşırdık, film bittikten sonra derhal ve koşarak yönetmenin bütün filmlerini aldık, her güne bir Reha Erdem, haftası yaptık... Bütün filmleri ayrı ayrı sevdik, Kosmos'u sabırsızlıkla bekledik, İKSV Festivalindeki ilk gösterimine ağbikardeş biletimizi aldık, filmden sonra yönetmeni gönülden alkışladık.

Ama A ay yönetmenin ilk filmi, çok başarılı, şiirle sinema sanatının birbirine karıştığı, etkileyici bir film.



"A AY'ın her santimetrekaresi bir anlam taşıyor. Reha Erdem için anlatma biçimi, anlattığı şey kadar önemli."Action Magazine, L.M., (01.03.1990)
"A AY'da filmin güzelliği, filmdeki güzel fikre arka çıkan o harikulade sahnelerden kaynaklanıyor."Liberation, Gerard Lefort, (11.12.1989)
"A AY aydınlık ve çarpıcı bir şiir. Geleneksel Türk sinemasından güçlü bir kopuş."Variety, W. Sam., (23.5.1990)



Reha Erdem sineması

'A Ay', çoğu sinema meraklısının en çok sevdiği Reha Erdem filmi.Reha Erdem pek çok filminin senaryosunu kendi yazmış olmakla beraber, klasik anlamda bir auteur özgünlüğüne henüz sahip görünmüyor .

Reha Erdem'i ilk olarak 1989'da yönettiği 'A Ay' ile tanıdık. Fransa'da sinema okuyan, tarih mezunu Erdem'in Büyükada'nın nostaljik ve büyüleyici atmosferinde cektiği "şiirsel" ilk filmi, belki de yönetmenin en başarılı yapıtıydı. Sonra reklam filmleri çektiğini duyduğumuz Erdem 1999'da yaptığı 'Kaç Para Kaç'a kadar ortalardan tamamen kayboldu. 2004 sonrasında Erdem peş peşe filmler çekmeye başladı. 'Korkuyorum Anne' ve 'Beş Vakit' ile son dönem Türk sinemasının ödül avcıları arasındaki rekabete ortak olan yönetmen, hırsını ve ustalığını, belki de yıllarca suskun kalmanın acısıyla da, bir anda ortaya döküverdi. Erdem, son dönemlerde pek çok söyleşi yaptı. Bunlardan bir tanesi de Boğaziçi Üniversitesi'nde geçtiğimiz haftalarda gerçekleşti. Bu söyleşide Reha Erdem "auteur" bir yönetmen olduğunun altını çizerken, sinemasında "doğallıktan" haz almadığını, "yapay" ya da "yeniden üretilmiş" (reconstructed) bir dünya kurguladığını vurguladı. Bu yazıda da kısaca Erdem'in "auteur" olup olmadığı ve son dönem filmlerindeki "yapay" tarzının ne derece anlamlı olduğu irdelenmeye çalışılacak.
Yaratıcı "Auteur" (ya da "yaratıcı") yönetmen 1950'lerde Fransız yeni-dalgası ile ortaya atılmış bir kavramdır. Kısaca, yönetmenin kamerasını adeta bir "kalem" ya da "fırça" özgünlüğü ile kullanabilmesini savunur. Kişisel bir sinemacı olan "auteur", kitle beğenilerine fazla yüz vermez ve klasik anlamda bir "sanat" sineması peşinde koşar. Çoğu kez senaryolarını da kendi yazan "auteur" belirli temaları, biçimsel tercihleri ya da hayatla olan bitip tükenmez mücadelesini pek çok filminde "tekrarlar". Auteur sinemacının filmlerinde -aynı bir yazarın ya da ressamın yapıtlarında olduğu gibi- kişisel ve biraz da marazi öğeler defalarca vurgulanabilir. Bu tarz sinema yapan yönetmenlere örnek olarak Theo Angelopoulos, Ken Loach ya da Nuri Bilge Ceylan gösterilebilir. Reha Erdem pek çok filminin senaryosunu kendi yazmış olmakla beraber klasik anlamda bir "auteur" özgünlüğüne henüz sahip görünmüyor. 'A Ay'da sembollerin, hafıza dehlizlerinin ve mistik atmosferlerin yönetmeni, 1999 yapımı 'Kaç Para Kaç'da neredeyse bir "toplumsal gerçekçi" bakışla para tutkusunun şeytaniliğine vurgu yapar. Taner Birsel'in canlandırdığı, inandırıcılıktan biraz uzak görünen mütevazı gömlek satıcısı Selim, kazara bulduğu binlerce doları geri veremez ve yavaş yavaş tüketim kültürünün büyüsüyle ruh sağlığını kaybetmeye başlar. Anlamsız bir şekilde psikolojik işkenceye tabii tuttuğu "yan karakter" gariban çırağını dükkanını soymakla suçlar. Gariban çırak, daha sonra patronu yüzünden hapse girse de, Selim çırağı nihayet hapisten çıkarır ve bir miktar para vererek hem kendi hem de potansiyel burjuva seyircinin vicdanını rahatlatır (benzer bir "para vererek vicdan rahatlatma" sahnesi, Murat Şeker'in 'İki Süper Film Birden'inde cayır cayır yakılan gariban dublöre verilen "pardon" payında da karşımıza çıkar). Biraz yüzeysel de olsa toplumsal duyarlılığı ve özellikle vapurdaki "üçlü kovalamaca" sahnelerindeki müthiş kurgusuyla epeyce başarılı bir film olmasına karşın 'Kaç Para Kaç' , 'A Ay'ın mistik ve şiirsel özgünlüğünden çok uzaktır. 2004 yapımı 'Korkuyorum Anne' (ya da bazı yerlerde karşımıza çıkan adıyla 'İnsan Nedir ki') ne 'A Ay'ın sembolik dünyasına ne de 'Kaç Para Kaç'ın sosyal taşlamalarına yakındır. Bana her nedense 'Amelie' filmini çağrıştıran ('A Ay'dan bile fazla) buram buram Fransız kokan 'Korkuyorum Anne', artık yeni bir "tür" (genre) olarak tescillenmesi zorunlu görünen "sıcak, samimi film" ya da "dostluk, apartman dayanışması" tarzında bir absürd komedidir. Başarılı senaryosu ve güçlü kadrosuyla göz dolduran film, son 15 dakikasında peş peşe gelen bitmek tükenmek bilmez olaylar silsilesi ile bir filmden çok "klip" ya da "dizi" atmosferinde ("arkası yarın" yazısı her an çıkabilir izlenimi doğurarak) sona erer. Boğaziçi'ndeki söyleşiye katılan Adalet Ağaoğlu'nun 'Korkuyorum Anne'yi nedense hatırlayamadığını söylemesinin bir nedeni (aynı hatırlama zorluğunu ben de yaşıyorum) bu "bütünlüksüz" son sözler ve filmin biraz "hoş ama boş" atmosferi olabilir.
Freudyen okumalar Reha Erdem, 'Beş Vakit'e kadar yaptığı üç uzun metraj filminde de birbirinden çok farklı tarzlar denedi ve kendi iç dünyasıyla ilgili fazla ipucu vermedi. 'Beş Vakit', 'Korkuyorum Anne' ile nihayet bazı ortaklıklar gösterir. 'Korkuyorum Anne'de hafızasını yitiren ve babasını bir türlü hatırlamayan Ali'nin babasına gösterdiği soğukluk, 'Beş Vakit'te Ömer'in imam babasına duyduğu büyük öedipal nefretle tamamlanır. Bir türlü büyüyemeyen yetişkinler, anne, baba baskısı altında ezilen sorunlu çocuklar, Erdem'in belki bazı "Freudyen" okumalarına olanak tanır. 'Beş Vakit', özenli sinematografisiyle, Erdem'in titiz çalışmalarından biri olmasına karşın, yukarıda değinilen Freudyen okuma olasılıkları dışında aslında ne temasal tutarlılık ne de "özgünlük" açısından yönetmenimizi "auteur" sıfatına ulaştıramıyor. 'Beş Vakit' 'in en büyük sorunu, Erdem'in, "yapay" ya da (daha kuramsal görünen bir tanımlamayla), yeniden yaratı (reconstruction) felsefesiyle çekmeye çalıştığı filminin, aslında "kendiliğindenlik", "gerçekçilik" ya da "doğallık" olarak adlandırabileceğimiz başka bir sinema felsefesinin "tema" alanına girmesidir. Babasını öldürme arzusu duyan Ömer'in iç çelişkileri dışında aslında 'Beş Vakit'in konusu "hayattır". Filmde fazla bir şey olmaz; küçük anlatılar çerçevesinde gelişen basit hayatların ve onlara her an eşlik eden "doğanın" senfonisidir film. Bu bakımdan Abbas Kiarostami sinemasını, Nuri Bilge Ceylan'ın erken dönem filmlerini hatta biraz da Ahmet Uluçay'ın (elbette gerçeküstü öğeler de taşıyan) 'Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak' filmini şiddetle hatırlatır. Ancak 'Beş Vakit', yukarıda adı geçen yapıtların "sahiciliğine" ulaşamaz. Akbank Prodüksiyon Tiyatrosu'ndan fırlayan Köksal Engür, Tilbe Saran, TRT'deki 'Kuzenler'den ithal Sevinç Erbulak ve diğer "meşhurlar"la, ne hamile köy kadını, ne bilge, sevecen veteriner ne de kanaatkâr ana, hiç ama hiç inandırıcı gelmez. Mizansenin fazlasıyla kontrollü yaratılması (örneğin tarladaki taşların bile belli ki tek tek dizilmiş oluşu), sinemayı hayata yaklaştıran ve bu tür filmlerin "olmazsa olmazı" olan gündelik hayatın spontan aktarımına hiç yüz verilmeyişi, Erdem'in filmini seyirciye "yabancılaştırır". Fransız kültürüyle İstanbul'da büyüyen yönetmenin kendi çevresiyle ilgili -sorunlu ebeveyn ilişkileri dışında- kişisel ve otobiyografik detaylar da sunmadığı izlenimi veren 'Beş Vakit', belki Reha Erdem'e de biraz "yabancı" kalıyor. "Auteur" bir sinemacı olmak ya da her filmde tutarlı davranmak şart mıdır? Elbette hayır. Pek çok yönetmen hem endüstriyel hem de kişisel tercihlerle, kitlesel beğenileri öne çıkaran ya da dönemsel dalgalanmaları dikkate alan çok çok başarılı filmler yapabiliyor. Örneğin daha yakın zamanlarda yitirdiğimiz Atıf Yılmaz, "auteur" sıfatını hiç umursamayan ama kendince bir "ekol" yaratabilmiş çok önemli bir sinema insanıdır. Ancak hem Erdem'in kendini "auteur" olarak tanımlamayı seçmesi hem de "rekabet ettiği" sinemacıların bu tür özelliklere sahip olması, kanımca, yönetmeni daha titiz bir "kuramsal meditasyona" davet ediyor.
Aslı DALDAL

Semih Kaplanoğlu-Bal

,

Seyrettikten sonraki basit beğenme duygusunun yerini ertesi gün aklımdan çıkmama durumu aldı, nedenini anlamamıştım ama gün geçtikçe daha da çok sevdim bu filmi, internette filme dair fotoğraflar ararken Murat Gülsoy'un blogunda SANATÇININ KADİM DİLDEKİ TARİFİ başlığında çok güzel bir yazıya denke geldim, mutlaka okuyun. Görseli ayrı şölen, duygusu ayrı, filmi seyredip te hayran kaldıysanız, nedenini anlayacaksınız...


KADIN HAMLET


Günlerden birgün Gizem'le birlikte çok sevgili arkadaşımız Şebnem'in Ziverbeyde'ki mütevazi evine gittik, arka balkonda Çin usülü sebzemizi yedik, bilgisayarda Popomundo oynadık, salonda kahvemizi içtik, bolbol laklak ettik... Sonra Şebnem "film izleyelim" dedi, "Metin Erksan sever misiniz?" Metin Erksan'ın yıllar önce Sevmek Zamanı diye bir filmini izlemiş, çok sevmekle beraber, gülmenin ve eğlenmenin doruk noktasında olan üç kız arkadaşın o anki ruh hali için pek te uygun bir teklif olarak değerlendirmemiştim bu fikri. Tamam tamam, işin doğrusu ekibin huysuzu benim, herşeye önce "hayır" der, sonra tükürdüğümü yalar, bayılırım.... Gizem ise tam bir uyum insanı: "Dünya kardeş olsun, trallalallaa..." Kısa sürede ikna edildim, Kadın Hamlet olayına.... Şebnem Mimar Sinan'ın arşivinden muhtemelen arak, uyduruk kötü kayıt vcd yi koydu alete, başladı mı sana Metin Erksan belgeseli. Nasıl huysuz bir adam ve nasıl sevdik o adamı! Hemen ardından Kadın Hamlet başladı, Fatma Girik'in gözleri ferfecir oynuyor, Hamlet'i canlandırıyor. Filmin her karesini ayrı şaşkınlıkla izledim, Metin Erksan'a hayran oldum, filme inanamadım, öylesi sürreal....

Falza söze ne hacet, yazan yazmış, ben de paylaştım, aşağıda linki de vermiş bulunuyorum, link hala aktif mi bilmiyorum ama yazı alıntıdır, yazanın adı sanı ve titri sayfanın sonundadır, merak edenlere.....


Türk sinemasının, en önemli ve sıra dışı yönetmenlerinden biridir Metin Erksan..
Metin Erksan’ın bir yapıtı hakkında yazı yazmak zor aslında... Ama benim amacım daha çok, bir nebze de olsa, filmin DVD kopyasının çıktığını duyurabilmek... Çünkü, eski Türk filmlerinin, toplumumuzdaki fikrimce özgüven eksikliğinden dolayı, raflarda haksızlığa uğradığına inananlardanım. Ne kadar yeni yapımlar, seyirciden ilgi görmeye başladıysa da, eski Türk sineması için bir bilinçsiz küçümseme söz konusu.. Metin Erksan, apayrı bir dünya… Apayrı bir kültür ve düşün adamı.. Adeta bir kültürel okyanus... Sinema Sanatı üzerine çok değişik, yenilikçi görüşleri olan büyük bir sinema ustası... Onun öğrencisi olma şerefini taşıdığım için, kendimi şanslı sayıyorum.
Şu anda, elimde bir DVD var… “Kadın Hamlet”… DVD’nin ekstralar bölümünde, kendisiyle yapılan röportajda anlatıyor Metin Erksan: “Sinema tarihinde hiçbir filmde, Hamlet bir kadın karakter olarak gösterilmemiştir. 1920’lerde Alman bir yönetmenin çektiği bir film vardır. Ancak bu film direkt bir Shakespeare’in 'Hamlet' eserinin yorumlaması değil, Shakespeare’in eseri üzerine yazılmış başka bir eserin, sinema uyarlamasıdır. Ben, filmimde, 'Hamlet'’i dişil bir karakter yaptım, dolayısıyla filmin adı da 'Kadın Hamlet'tir…"
Metin Erksan’ın filmlerini bilenler, bu filmler içinde ve hatta genel yapısıyla Türk Sineması içinde, “Sevmek Zamanı” ve “Kadın Hamlet”’in ayrı uç yapıtlar olduklarını bileceklerdir. Hatta, “Kadın Hamlet” bir gömlek daha ötededir bu konuda..“Kadın Hamlet”’te olaylar, bilinen üzere gelişir… Olaylar, filmin çekildiği zamanda, yani güncel zamanda geçer ve Türkiye’ye uyarlanmıştır. Buna göre, Hamlet’in amcası (Reha Yurdakul), Hamlet’in babasını öldürerek, onun servetini alır ve Hamlet’in annesiyle (Sevda Ferdağ) evlenir. Fakat huzursuz olan ruh, Hamlet’i (Fatma Girik) uyarır. Ve olaylar tüm trajik boyutlarıyla gelişir. Öncelikle, anlatılan tüm o olanaksızlıklar, sıkıntılar içinde böyle filmlerin de yapılabilmiş olduğunu unutmayalım. Üstelik, “Sevmek Zamanı” bile üslubu açısından sıra dışı, çarpıcı bir film olduğu için, o dönemde seyirciden ilgi görmemiş bir film..
“Kadın Hamlet”’in yapımcılığını, Memduh Ün, Metin Erksan, ve Fatma Girik yapmış... (İkisinin de öğrencisi oldum) Film, gösterime girdiğinde filmin adının başına “İntikam Meleği”’nin eklendiği anlatıyor Metin Erksan ve ekliyor: "Ancak İntikam Meleği değildir Hamlet…"
Filmde, Fatma Girik’in ilginç ve etkileyici Hamlet yorumuna tanık oluyorsunuz. Aslında Hamlet’in kadın bir kişilik olarak verilmesinin nedenini ise şu şekilde açıklıyor Metin Erksan; "Shakespeare’in “Hamlet” yazarken esinlendiği bir eser var. Bu eser, İskandinav söylencelerinin derlenmesiyle 12.yy’da oluşturulmuş. Daha sonra, 15.yy’da bu eser, İngilizce'ye çevrilmiş. Shakespeare bu eserin içindeki hikayelerden esinlenerek büyük yapıtını oluşturmuş."
Erksan, esinlenilen eserde, iki ayrı hikayenin olduğunu söylüyor; bu hikayelerden birinde Danimarka Kralı Hamlet’in, Norveç Kralı Fortinbras ile savaşırken savaş meydanında öldüğü söylentisi saraya gelir. Bu sırada Kraliçe, bir doğum yapar. Doğan çocuk kızdır, fakat İskandinav törelerine göre bir kız çocuğu tahtta hak sahibi kabul edilmemektedir. Dolayısıyla, Kraliçe, doğan çocuğunun erkek olduğu söylentisini yayar. Günün birinde, öldüğü söylenen Kral Hamlet, sağ salim döner. Kraliçe ona olanları anlatır, çocuklarının adını da Hamlet koyarlar, Kral bu sırrın aynı şekilde muhafaza edilmesini sağlar. Nitekim daha sonra olaylar, bilinen üzere gelişir. Şu önemli, Shakespeare oyunlarından sadece birkaçı sinema tarihinde güncel veya değişik dönemlere uyarlanmıştır. Onlar da, Metin Erksan’ın “Kadın Hamlet” filminden en az 15-20 yıl sonra… 3.Richard ve Barry Levinson’ın yönettiği, Leonardo Di Caprio, Claire Danes, John Leguizamo, Paul Sorvino, Jessica Lange gibi oyuncuların rol aldığı “Romeo Ve Juliet”... “ Kadın Hamlet” filminde Fatma Girik’e, Sevda Ferdağ, Reha Yurdakul, Ahmet Sezerel, Orçun Sonat, Yüksel Gözen, Coşkun Göğen gibioyuncular eşlik ediyor. DVD kopyası temiz basılmış, tasarımı güzel yapılmış bu filmi, diğer Türk sinema klasikleri gibi Kanal D Home Prodüksiyon satışa sunmuş.
"Film” diyor Metin Erksan, “televizyonda, cd’de, dvd’de izlenir. Sinema salonuna gitmek mecburiyeti yoktur. Ben, televizyonda, bazen de DVD'de de film izliyorum. Hem daha nezih ev ortamı… İnsana, izlediği üzerinde daha geniş düşünme fırsatı sunuyor.”
Değişik ufuklara açık, tüm sinemaseverlere duyurulur, “Kadın Hamlet”in DVD’si piyasada…




GÜNEŞ ÖZAYTEN / Mimar Sinan Üniversitesi G.S.F. Sinema TV Bölümü Mezunu

GİZLİ ATÖYE'NİN GİZEMİ

Herşey okulun başladığı ilk hafta aptal bir dizi setinde çalıştığım için derslere iştirak edememle başlamıştı, atölyenin kapısında çizgi filmlerden fırlamış bir karakterle karşılaştım, geçen haftanın ders notlarını istedim, gerisi çorap söküğü.....
Notları istediğim günün akşamı, saçlarımda ve tırnaklarımda çamur izleriyle, turuncu bir twingo'nun arkasına enik misali oturtulmuş, bütün gün boyumdan büyük işler yapmanın sevdasıyla kilolarca çamur yoğurup, sanatsal faaliyette bulunduğum için bel ağrısından kıvranmamama rağmen, huşu içinde bir alışveriş merkezinde Gizem'e pantolon bakmıştık. Vitrin bakma ve üst baş deneme faaliyeti uzadıkça, ikimizin de beğendiği bir ürün karşısında tepsini "miyav"layarak verdiğini farketmiştim. İlerleyen günlerde İkea'da bir çelik salata kasesine pati attığım gözlemlenecekti... Artık önü alınamaz bir şekilde arkadaştık!



Artık okulda bir gün ben Gizem'e, diğer gün Gizem bana kahve ısmarlıyordu. Kahve sohpetlerimizin konusunu Gizem'in babası ve babanesi oluşturuyordu, konunun sıradan göründüğüne aldanmayın, hayli enteresan içeriklere sahip sohpetlerdi bunlar ama bu başka bir başlık konusu.... Benimse anlatıcak o kadar enteresan birşeyim olmuyordu galiba, Gizem'e sormak lazım...

Dersler sırasında ben ayaklarıma asla va katta hakim olmayıp, Gizem'in üstüne başına ayak izlerimle damgamı vurmaya başlamıştım ki bu da başka bir samimiyet belirtisiydi... Bir gün Gizem okula iş buldum diyerek geldi ve diğer gün beni de o işe götürdü... Artık hem okulda, hem de okuldan sonra atölyede seramik yapmaya başlamıştık. O ilk atölyemiz ki malesef hiç fotoğrafı yok, kadıköy'de, sokağın adını unuttum, kilisenin karşısındaki karanlık sokakta, penceresi olmayan, fırın yandığı zaman sıcaktan tansiyonumu fırlatan, günde 15 bardak neskafeye aşerdiğimiz, hiç konuşmadan saatlerce çalıştığımız, yerin bir kat altında enteresan derece ilkel ve keyifliydi... Gel zaman git zaman hem gelenimiz gidenimiz çoğalmış, hem de bildiğimiz "ortak" olmuştuk. Daha sonra her atölyenin makus kaderi olan 3 farklı taşınma işlemine maruz kaldık ama asla Kadıköy sınırlarını aşmadık. İşte yukarıdaki fotoğraf ikinci taşınma, dolayısıyla üçüncü atölye olan çeşitli adlarla andığımız ve pek çeşitli üçüncü ortak denemelerinde bulunup bu ortaklardan kalıcısını bulamadığımız Bahariye Cadde'sinin göbeğindeki atölyemizin açılış partisine aittir. Aşağıda da eski fırın ortamlarımızı görmektesiniz...





zaman zaman bölünerek çoğalırdık, bahçede içki içip, yukarı katların nedendir hala bilmem hiç şikayet etmediği korkunç kız sohpetleri yapardık. Yukardaki fotoğraf Hıdırellez kutlamamıza ait.
Velhasılı kelam, bunca lafın maksadı, o çizgi film karakteri olan Gizem Usta, atölye ile ilgili yepisyeni bir blog hazırladı, üzerine tıklayın da geziverin diyecektim, maziye dalmış bulundum...





1. TAİ CHİ CHUAN Günlüğü

Trt'de heralde hayatımda ilk, tek ve son olabilecek en düzenli işe henüz başlamıştım ki, derhal Süha Ertekin ismini google'da arattım ve sayfayı okuma zahmetine asla girmeden derhal telefona yapıştım. Zaten web sayfasında yazılı olan pek çok ıvır ve zıvır soru ile Süha Ertekin'in sabır sınırlarını zorlayarak, gerekli paparayı yiyip, yediğim paparadan en ufak bir utanç duymadan çalışmalara başlayacak ilk sınıfa kayıt yaptırdım. Üniversitenin ikinci yılımıydı, üçüncü yılımıydı ne, sanırım 97 civarı, Süha Ertekin'in Kadıköy'de devam eden bir grubuna, arada sırada denecek kıvamda katılmıştım, çalışmalardan çok memnun kalmış ve fakat aklı beş karış havada bir güzel sanatlar öğrencisi olarak disiplinsizlikten ve meteliksizlikten mütevellit devamlılık sağlayamamıştım o gruba. Taa o zamanlardan aklımda halmış sevgili Süha Ertekin'in ismi, yıllar geçmiş, artık iş güç sahibi bir yetişkin olduğuma karar vermiştim, tekrar başlayacaktım Tai Chi Chuan'a, bu sefer disiplinli olacaktım, ama web sayfasındaki ayrıntıları okumaya ne gerek vardı ki, tarih saat ve ücret dışında bir şeyle ilgilenmiyordum lakin...

Gerekli gün ve saatte, gayet hazır ve nazırdım, havalarda uçan tekmeler atmak, Tarantino filmlerinde başrol oyuncusu olmak arzusuyla yanıp tutuşmaktaydım... İlk yıl gerçekten güzel bir gruptu, azimli ve ısrarlı bir şekilde çalıştık. Grup ilerledikçe daha üst gruplardan tekrar yapmak amacıyla bizim sınıfa gelen öğrenciler oldu, hem de bazıları hem hocanın asistanlığını yapıyormuş hem de kendileri ders veriyormuş... Onlar katıldıkça, çalışmalarımızın keyfi arttı, çok afilli görünüyorlardı, böyle bi şiir gibi hareketler, melek gibi güleryüz, pek estetetik, pek elastik... Gel gör ki, yıl sonunda Süha Ertekin yeterli çoğunluğu katılması halinde bir haftasonu çalışması yapabileceğimizi söyledi, derhal ben gelirim dedim, cevval bir tavırla... Gelirim gelmesine de, bir yıllık çalışma sonucunda, o grubun net sayısının belirlenmesinin, çalışmanın gerçekleşmesi açısından ne kadar gerekli olduğunu ön görme kabiliyetinden hala uzak bir insan olarak, zart diye katılmama kararı aldım, bahanem de çok ikna ediciydi, "sosyal fobi" hasıl olmuştu bünyemde hem de aniden.... Neyseki bu ruhani gelgeçlerimi kayda değer bulmayan hocam, beni azarlamaya bile gerek duymadan, hatta nerdeyse gülümseyerek "geliyorsun" dedi ve son noktayı koydu.

İşte o haftasonu hayatımda birşeyler önü alınamaz bir şekilde değişti, mesela aniden gitmeme kararı verebildiğim Tai Chi Chuan çalışmasının artık hayatımın sonuna kadar gidilebilir olduğunu biliyorum. Süha Ertekin bana heralde hayatımda gördüğüm göreceğim en büyük iyiliği yaptı, en güzel hediyeyi verdi. Şimdi bu başlık altında tai chi felsefesiyle ilgili afilli açıklamalar ifşa edecek değilim, o başka bir başlık konusu, maksat mizah olsun, muhabbet olsun... İşte, literatürde Çin Savunma Sanatı olarak geçen Tai Chi Chuan'a böyle herhangi birşeye başlar gibi başladım... Uzun lafın kısası, evdeki hesap çarşıya hiç uymadığı gibi, bi de pazardan aldım bir tane, eve geldim bin tane.... Öylesi derinmiş mevzuu....